Hande Ustamahmut. Sosyolog ve eğitimci
Cumhuriyet Dönemi, hepimizin bildiği üzere Türkiye’nin siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel yapısında köklü değişikliklerin olduğu, din devletinin yerine ulus devletinin inşa edildiği bir süreçtir. Modernleşme bağlamında hukuk, dil, eğitim gibi birçok alanda yapılan değişiklikler, toplumsal hayatın farklı bir aşamaya evrilmesine yol açmıştır. Erik Jan Zürcher “Modernleşen Türkiye’nin Tarihi” isimli kitabında Türkiye’nin modernleşme sürecinin üç aşamada gerçekleştiğini belirtir. Şu şekilde ifade eder: “Kemalist reformların en karakteristik unsuru olan laiklik hamlesinde üç faaliyet alanı ayırt edilebilir. İlki, devleti, eğitimi ve hukuku laikleştirmek. İkincisi, dinsel simgelerin yerine Avrupa uygarlığının simgelerini koymaktır. Üçüncüsü ise toplumsal yaşamın laikleştirilmesidir.” Elbette söz konusu modernleşme girişimlerinin Sultan Mahmud zamanında başlatıldığını ve cumhuriyetçi kadrolar tarafından tamamlandığını biliyoruz. Ancak burada altı çizilmesi gereken bir husus da Cumhuriyet Dönemi’nin, Tanzimat ve Meşrutiyet Dönemleri’nden farklı olmasıdır. Zira geleneksel Osmanlı anlayışının yerini ulus devlet anlayışının alması, bu değişimin en önemli kanıtıdır. Dolayısıyla modernleşme sürecinde geleneksel değerlerden vazgeçilerek yeni bir vatandaşlık kimliği oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu noktada dönemin şartları altından yapılan devrimler, bazı kesimler tarafından yıkıcı olarak görülmüştür. Çünkü yaşanan tarihsel süreç rasyonel bir şekilde okunamamıştır. Bu bağlamda Atatürk’ün devrimlerinin niteliksel yörüngesinin sosyalist ve solidarist açıdan farklı olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü ulusal kurtuluşun etkili bir şekilde yürütülmesi için toplumsal birlik ve beraberlik temel unsur olarak görülmüştür. Tüm bunların bir sonucu olarak modernleşme projesine uygun seküler ve modernist bir vatandaş kimliği devreye sokulmuştur. Bilhassa bu amaca yönelik dil ve tarihin etkili bir şekilde kullanıldığı görülmektedir. Çünkü vatandaş, ulus devlet ve millî benlik bilinciyle yeniden kurgulanmaya çalışılmıştır. Zira imparatorluktan ulus devlete geçişle birlikte milliyetçi ideolojinin gündeme gelmesi bir zorunluluk halini almıştır. Millî bilincin etkili bir şekilde uygulanabilmesi için Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edilerek eğitim, laik bir noktaya taşınmıştır. Bu dönemde okullar aracılığıyla cumhuriyet değerleri ve milliyet bilinci inşa edilerek genç nesillerin ulusal kimliğe sahip, tarih bilinci yüksek ve demokrasiye duyarlı bireyler olarak yetişmesi sağlanmıştır. Atatürk’ün eğitimle ilgili ifadeleri şu şekildedir:
“Bu savaş yılları içinde bile dikkatle hazırlanması gereken ulusal eğitim programları geliştirmeliyiz. Bütün eğitim sistemimizin verimli olarak çalışacağı temelleri hazırlamalıyız. Benim inancıma göre ulusumuzun geri kalışında geleneksel eğitim yöntemleri en büyük etken olmuştur. Ulusal eğitimden söz ettiğim zaman bütün geleneksel inançlardan, Doğu’dan ya da Batı’dan gelen bütün yabancı etkilerden arınmış, ulusal niteliğimize uyan eğitimi anlıyorum.” Atatürk’ün ifadelerinden de anlaşılacağı üzere yeni bir kimlik ve yeni bir bilinç, cumhuriyetin taptaze zihinlerine işlenmiştir. Kuşkusuz modernleşme girişimleri okullarla sınırlı değildir. Ancak millî bilincin gelecek nesillere aktarılmasında eğitim, önemli bir araç olarak kullanılmıştır. Bir ulusun ruhunu ve bağımsızlığını idame ettirebilmesi için eğitim zarurîdir. Bu yüzden bugün okullarda verilen eğitimde ulus bilinci ve bağımsızlık ruhu pekiştirilmelidir. Her ne şartlar altında olursa olsun bir milletin ayakta kalabilmesi için bu hayatî derece önemlidir. Bu noktada ailelere de büyük iş düşmektedir. Çocuklara Türk tarihi iyi bir şekilde aktarılmalı ve ulus bilinci aşılanmalıdır. Unutmayın, güçlü bir ulus ancak millî bilinci yüksek ailelerle mümkündür.